Kurulu yapımızın birçok anomaliyi barındırdığını toplum olarak biliyoruz.
İlginç olan tarafı ise, gelecek için büyük tehlikeler barındıran bu gerçekliği, bildiğimiz halde genel olarak bugüne kadar içselleştirmeyi tercih etmemizdir.
Ben yazımı yazdığımda öğretmelerin grevi devam ederken, kişisel görüşüm, eğitim döneminin kamu okulları için üzücü bir şekilde erken sona erdiği yönündedir. Toplumun bırakın grevin sebebini, ülkede eğitim gibi temel bir hizmetin geldiği noktaya karşı vermediği tepki ortada duruyor.
Doğru tepkinin, doğru sonuçları doğuracağı ne kadar gerçeklikse, tepkisiz bir bekleyişten medet ummak ise hayalcilikten öte bir beklenti olmaz.
İnsanların toplu olarak yaşadığı her yerde sorun kaçınılmazdır.
Devletin kuruluş amaç ve görevlerine baktığımızda, ‘hakemlik’ veya ‘arabuluculuk’ görevi, devletin varlığının ana sebebidir. Farklı bir deyişle devlet, toplumsal dengeyi korumak için vardır.
İnsanlığın zaman içinde gelişimi, felsefe ve sosyoloji ile yoğrularak farklı yönetim şekillerinin ve farklı ekonomik modellemelerin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
Temelde ise, devletin aracılığı ve denetimi ile toplumsal başarı ilkesi ise değişmemiştir. Medeni devlet yönetimi anlayışının, bireysel çıkarlar üzerine kurulduğu bir tek örnek yoktur.
Ülkelerin tarihlerinde ve toplumlarının değişiminde fikirleri ile rol oynamış birçok iktisatçı ve ekonomist vardır.
Adam Smith, İskoç Aydınlanması sırasında, ‘Ahlaki Duygular Teorisi’ ve ‘Ulusların zenginliği’ ile tanınan bir politik ekonomistti.
İngiliz Parlamentosu üyesi ve ekonomist David Ricardo, ulusların kendi çıkarları için uzmanlaşmaları gerektiğini savundu.
John Maynard Keynes veya "dev ekonomist", büyük ekonomik değişimlerin olumsuz etkilerini azaltmak için hükümet harcamalarını ve para politikasını tercih etti. Yakın tarihe kadar ABD Merkez Bankası FED’in Başkanı olan Janet Yellen de, sıkı bir Keynes modeli ekonomi taraftarı olup, devlet regülasyonları olmadan ekonomik pazarın işlevsel olmayacağını savunuyordu.
Karl Marx’a göre ekonomi, yüksek zümre, zenginler sınıfı veya kapitalist bir sınıf yerine geniş kitlelerin yararına çalışan bir sistemin gerekliliğinin savunucusuydu. Marx’a göre sosyalizm, çalışan sınıfın iktidarını savunan sosyoekonomik bir modeldir.
Görüşler ve yöntemler değişse de, bizim son dönemde içini giderek boşalttığımız devlet olgusu her düşüncenin ve modelin merkezindedir.
Kaynaklar ve toplumun birleşme becerisi oranında ürettiği noktada, denge unsuru devlet.
Devletin üretimdeki fonksiyon ve kapsama alanı küçülsün mu büyüsün mü? Sorusu ise bu noktada önem buluyor.
Farklı taraflardan, farklı bakış açıları ile değerlendirilebilecek bir konu.
Her şeyden önce toplumsal olgunlukla doğrudan ilişkili.
Toplum, kaynakların üretimindeki verimliliği geliştirerek, adil oranda paylaşmayı becerecek olgunluklaysa devletin üretimdeki fonksiyon alanı küçülebilir.
Tam ters yönlü biçimde, toplum gerekli olgunlukta değilse, ortada devlet kaynaklarının sömürülmesi ve emek hırsızlığından başka bir sonuç çıkmayacağından devletin üretimdeki fonksiyon alanı büyümelidir.
Öncelikli bakılması gereken ise, devletin mevcut yapısının, halka hizmet edip etmediği yanında, sürdürülebilirlik açısından ne durumda olduğudur.
Devletin üretimdeki fonksiyon alanı küçülse de, denetim fonksiyonunun her koşul altında bütünü kapsayıcılığı ise değişmezdir. Devlet küçülürken büyüyen veya sorumluluk alanı genişleyen kesimin, devletin üretim sorumluluğundan devralınan alanlarda sunacağı hizmetin ölçüsünün ne olacağı ise ayrı bir öneme sahiptir.
Geçtiğimiz 26 Eylül’de Almanya’da genel seçimler yapıldı. Seçimlerin bir miktar gölgesinde kalsa da, aynı gün sandıkta, Berlin’deki emlak şirketlerinin kamulaştırılması ile ilgili bir de referandum yapıldı.
Berlinliler meclis seçimine ek olarak bir de barınma sorunuyla ilgili halk oylaması için sandık başına gitti. Oy kullanan Berlinlilerin yüzde 56,4’ü kentte giderek yayılan dev emlak şirketlerinin kamulaştırılması yönünde oy kullanırken, ret oyu verenler ise yüzde oldu.
Oylamaya sunulan referandum metninde Berlin Senatosu, “mülklerin kamu malına dönüştürülmesi için gerekli tüm önlemleri almaya ve bu yönde bir yasa hazırlamaya” çağrıldı. Referandumda somut bir yasa tasarısı oylamaya sunulmadığı için halk oylaması sonucunun siyaset açısından bağlayıcılığı bulunmasa da, buna rağmen yeni senato ve meclisin oylama sonucunu dikkate alması gerekiyor.
Almanya tarihinde bu türde düzenlenen ilk halk oylamasında konu; Berlin’de 3 binden fazla konuta sahip olan ve “kâr amacı güden” şirketlerin kamulaştırılmasıydı. Berlin’de bu statüde 240 bin dairenin bulunduğu ve kiralardaki fahiş artış nedeniyle, kentin birçok bölgesinde normal gelirli vatandaşlar bile ev bulmakta sıkıntı yaşıyor. Referanduma öncülük eden girişim, kamulaştırma yoluyla kira artışlarının durdurulmasını ve uzun vadede kiralarda istikrar sağlanmasının hedeflendiği yönünde açıklama yaparken, taleplerinin, Alman Anayasası’nda ,“Toprak ve arazi, doğal kaynaklar ve üretim araçları, kamulaştırma amacıyla, tazminatın biçim ve ölçüsünü belirleyen bir yasayla, kolektif mülkiyet veya kamu ekonomisinin diğer şekillerine dönüştürülebilir” şeklinde geçen 15. maddesine dayandırdı ve tepkilerinin sonuç alana dek devam edeceği yönünde olduğunu belirtmekten geri kalmadı.
Yukarıdaki örnekte görebileceğiniz üzere, Almanya gibi iyi yönetildiği herkes tarafından kabul edilen bir ülkede, birey veya şirketlerin gelir ve kâr hesapları toplumsal çıkarların önüne geçebiliyor. Önemli olan ise, devletin bu toplumsal çıkarların hakkının savunulmasına ve müdahale ile yanlıştan dönülmesinde sağladığı imkandır.
Toplum olarak değer erozyonu yaşıyoruz. Sistemsizliğin, sistemimiz, bireysel çıkarlarınsa, toplumsal çıkarların hızla önüne geçtiği bir yolda ilerliyoruz.
Doğru ekonomik, kaynakların verimli yönetimi yanında, toplumsal refahı hedefler. Bunun uygulamada denetçisi ise devlettir.
Bu konuyu gelecek hafta özelleştirmeler ve kamu kaynakları üzerinden işlemeye devam edeceğim.