banner6

Kin, insanın içini çürütür

banner37

"Onlar Anlatıyor"un bu haftaki konuğu Hatice Eker, “Bana bugün babamı tarayan Rumlardan birini getirseler ve ‘Bu senin babanı öldürdü, sen de öldür’ deseler öldürmem, öldüremem. Kin insanın içini çürütür ve kin tutarsanız hayatta başaramazsınız… Burada önemli olan her iki toplumun dersini almış olması ve bu dersin alınmış olduğunu düşünüyorum. İki taraf bazı şeyleri çok saptırıyor. İnsanları politikalarına alet ediyorlar. Oysa bizimle de konuşmaları gerekiyor” dedi.

Kin, insanın içini çürütür
banner150

banner150

banner99

Şehit kızı olan Hatice Eker, Kıbrıs’ta geçmişte yaşanan acı dolu olayların bir kez daha yaşanmaması temennisinde bulunarak, ne Türk ne Rum ne de Maronit hiç kimsenin savaş nedeniyle hayatını kaybetmemesi gerektiğine inanıyor. Eker, acılı ailelere de seslenerek, kinin insanın içini çürüttüğünü ve kin tutulması halinde hayatta başarılı olunamayacağı tavsiyesinde bulundu.

Eker’in babası Yusuf Ahmet Yusufoğlu (Alçıcı) 9 Eylül 1966’da Yiğitler köyünde şehit edildi. Eker, hem genç kızlığa adım attığı o yıllarda hem de bugün bile baba yoksunluğunu hissettiğini söylüyor. 1963 yılında ilkokul son sınıf öğrencisi olan Eker, babasının şehit edildiği yıla kadar geçen süreçte çok sıkıntılar yaşandığını, o dönemde iki toplum arasında yaşanan kavganın, bir paylaşım kavgası olduğunu düşünüyor.

Dört kardeşi olan Eker, babası şehit edildiğinde en küçük kardeşinin 3,5 yaşında olduğunu, küçük erkek kardeşlerinin babalarını hatırlamadıklarını söylüyor. Babalarının şehit edilişinin ardından bu konuyu kendi aralarında hiç konuşmadıklarını anlatan Eker, ilk kez programa katılmak için bu konuyu konuştuklarını, kardeşlerinin “Babamı hiç tanımıyoruz ama annem ve siz ablalarımız onun yokluğunu hiç hissettirmediniz” yönündeki düşünceye sahip olduklarından söz ediyor.

Eker, şehit aileleri de dahil toplumda kimseye ayrıcalık tanınmaması gerektiğini, saflara ayrılmaya, dernekleşmeye, sömürüye karşı olduğunu belirterek babasının ülkeye hizmetinin karşılığının olmadığı inancında ve karakterde olduğunu vurguluyor. Her iki tarafın da bazı şeyleri saptırarak, insanları politikalarına alet ettiğine işaret eden Eker, bunun yerine kendileriyle de konuşulmasının gerektiğini söylüyor.

SORU: 21 Aralık 1963’le başlayan olayları ve o dönemi çocuk gözüyle nasıl görüyordunuz? Sizde nasıl etkiler bıraktı?

EKER: 1963 olayları başladığında ilkokul altıncı sınıftım. Köyde iki derslikli, iki öğretmenli bir ilkokulumuz vardı. 1963’ten önce okullara süt, ekmek ve tereyağı yardımı yapılıyordu. Biz altıncı sınıflar, yardımcı kadınlarla birlikte sütleri, tereyağlı ekmekleri hazırlayarak teneffüste tüm okulun öğrencilerine dağıtıyorduk. 22 Aralık günü de aynı şekilde hazırlıkları yapıyorduk. Aniden kadınlardan biri “savaş çıktı” dedi. O günkü aklımla çok endişelendim. Gözümün önünden geleceğim geçmeye başladı. Babamın görevlerinden veya adlandıramadığımız faaliyetlerinden dolayı bunu düşünmüş olabilirim. O gün, “madem savaş çıktı acaba ben babamı kaybeder miyim? Babam bu savaşta ölebilir mi?” diye düşündüm. Hayallerimiz vardı. Babamın bizimle ilgili hayalleri vardı. Çok aydın bir insandı. Eğitime çok önem verirdi. Babam anneme hep, “kız –erkek fark etmez nereye kadar okurlarsa onlara iyi eğitim verdireceğim” derdi. O gün aklıma bu geldi. Babamı kaybedersem bizim geleceğimiz ne olacak? Acaba o hayallerimiz gerçekleşecek mi? Eğitimlerimizi alabilecek miyiz? Küçük kardeşlerim vardı; annem çok gençti. Hep onları düşünmüştüm.

SORU: Tüm bunlarla birlikte ölüm korkusu hissetiniz mi?

EKER: Ölüm ve öldürülme beni o an için çok düşündürmedi. Aklıma sadece babamı kaybetme geldi. Biz Rumlarla karışık bir köyde yaşıyorduk. Rumlarla olan ilişkilerimiz o güne kadar iyiydi. Semtleri ayrı olan bir köyde değildik. Evimizin etrafındaki komşularımız hemen hemen Rumlardan oluşuyordu. Rum çocuklarla oynardık. Türkler ve Rumlar birbirlerinin işlerinde çalışırlardı, birbirlerine yardımcı olurlardı. Özellikle yaşlılar birbirlerini çok sever, sayardı. Ancak 21 Aralık öncesinde az çok EOKA, TMT kavramları başlamıştı. İki toplum arasında bir şeylerin döndüğünü fark ediyorduk çünkü babam köyün ileri gelenlerindendi. Evimize çok misafir gelirdi. Babamın 21 Aralık 1961’de Lefkoşa Havaalanından Türkiye’ye bir seyahati oldu. Babamı uğurlamaya gitmiştik ancak bu seyahate bir anlam vermemiştik. Babamın dönüşü 20 Ocak 1962’de oldu. Uzun yıllar sonra babamın, Zir Kampı’na eğitime gittiğini öğrendik. Babam oradayken bize mektup yazmıştı. Mektubunda çok karlı ve soğuk bir yerde olduğunu anlatıyordu. Babamın niye Türkiye’ye gittiğini o günlerde annem dahi bilmezdi sanıyorum.

“Kavga, paylaşım kavgasıydı”

SORU: 1963’te olaylar patlak verdiğinde, köyünüz nasıl etkilendi? İlişkiler nasıl gelişti? Diğer köylerden göç oldu mu?

EKER: İki taraf da birbirinden korktu. Sanırım, kurulan ortaklık cumhuriyetinin yürümeyeceği ortada olduğu için iki tarafta da bir hazırlık vardı. Bence o günlerdeki kavga, paylaşım kavgasıydı. Babam çok hümanist bir insandı. Yani gidip de bir Rum’u öldüreyim, o yaşamasın ben yaşayım anlayışına sahip değildi. Rumlardan da tehditler aldı. Aslında, Kıbrıslı Türkleri göç ettirme çabasıydı. Babam buna şiddetle karşı çıkardı. Köylülerimiz cesur insanlardı ve o mücadeleyi verdik. Köyümüzden ayrılmadık. Köylerin terk edilmesinden sonra bize de tehditler yapıldı, zaman zaman ateş açmalar yaşandı.1964 yılında bir gece, nenemin (babaannemin) evine gitmemiz gerekti. Nenemin evi, köyün ortasında daha güvenlikli bir yerdeydi. Çok soğuk bir geceydi. Hepimizin tarlalardan geçerek, nenemin evine gitme mücadelesi verdiğini hatırlıyorum.

SORU:1963’ten babanızın şehit olduğu 1966’ya kadar geçen süreçte neler yaşadınız? Babanız nasıl biriydi? Neler yapardı? Hayat o dönemde nasıl geçti?

EKER: 1963’e kadar babamın kendine göre çok güzel işleri vardı. Köyde alçı ürettiği atölyelerimiz vardı. Kamyonu vardı. Limanlarda çalışırdı. Kombay (biçerdöver) da satın almıştı. O dönem çok kombay olmadığı için Luricina (Akıncılar), Pergama (Beyarmudu) Yenağra (Nergisli) hatta Lefkoşa Ortaköy bölgesine ve daha pek çok köye ekinleri biçmeye gider, bizi de beraberinde götürürdü. O köylerde çok dostlarımız olmuştu. Köyümüzün üzüm üretimi güzeldi ve yaz aylarında da o kamyonuyla Limasol’daki Keo fabrikasına üzüm götürürdü.

O kadar ileri görüşlüydü ki, biz iş gücü olarak doğmadık. Biz, geleceğimizin babamız tarafından sağlanabileceği çocuklardık.

SORU: Babanızın şehit edildiği gün neler yaşandı? O güne dair neler hatırlıyorsunuz?

EKER: Ablam ve ben Kız Lisesi’nde yatılı okuyorduk. Annem, ara sıra Lefkoşa’ya geliyordu ancak babam gelemezdi. Ben o dönem sınıfımı iftiharla geçmiş, sınıf birincisi olmuştum. Şubat tatilinde eve döndüğümde otobüs kapının önünde daha durmadan fırladım ve babamın boynuna sarıldım, takdirnamemi gösterdim. Aynı şey yılsonunda da oldu. Babam kızların da okutulabileceği fikrinde haklı olduğunu belli etmişti. Babam köyden çıkamazdı ancak bir şey yapması gerektiğini düşünmüş olacak ki her zaman yanında olan iki yakınımızla (koruma amaçlı) ova-dağ yollarından Beyarmudu’na gittik. Oradan bize hediye olarak saat aldı. 9 Eylül gecesi yemeğimizi yedik. Babam başımızı okşadı. Annemin yatağında beş kardeş oturuyorduk. Babam da kahveye gitmişti. Elektrik yoktu. Saat 19.00- 19.30 gibi aniden makineli tüfek sesi duyduk. Bizim evimiz iki katlıydı. Üst katta mevzi vardı. Silah sesini duyar duymaz hemen alt kata indik. Babam böyle yapmamız gerektiğini daha önceden tembihlemişti. Ben aşağıya inerken merdiven ayaklarında her zamanki bıraktığı yerde babamın saatini gördüm. Yeni saatimin yanına babamın saatini de bir refleksle alıp koluma taktığımı hatırlıyorum. Annem “babanızı vurdular galiba” dedi. Bizim evde nöbet tutan bir abi vardı. Silah seslerinden kısa bir süre sonra geldi. Annem ona “Galiba Yusuf abini vurdular” dedi. O da “Ben kahvedeydim, o kalktı gelirdi. Ben gelirken Rum’un kapısının önünden geçerken, ayağıma bir şey takıldı. Boş mermi kovanıydı. Karanlıkta bir şey görmedim, koşarak mevzime geldim” dedi. Arada koşuşturmalar oldu. Herkes bizim eve toplandı. Bir süre sonra babamın vurulduğu ve yaralı olduğu haberi geldi. Amcalarım Dikelya İngiliz hastanesine götürmüşler. Ertesi sabah halamlar, anneme hastaneye götürmesi için bir çanta hazırlattı. Aradan birkaç saat geçtikten sonra annem geldi. Onun arabadan nasıl çökmüş ve bitkin halde indiğini asla unutmadım. Hastaneye gidilmeden Pergama’dan geri dönüldü. Çünkü Pergamalı tanıdıklar babamın cenazesini hastaneden teslim alıp oradaki törenden sonra köyümüze göndereceklerdi.

Tüm bunların yaşanmaması lazım. Hiçbir çocuk, kadın Türk veya Rum bunları yaşamayı hak etmez. Böyle öldürülmeyi kimse hak etmez. Babamı köye getirdiler. Cenazesini evdeki kanepe üzerine koyduklarını hatırlarım. Hemen yaklaştım. Ben ilk defa bir cenazeyi bu kadar yakından tabut içinde gördüm. Birisi kaldırmaya çalıştı. O an sert olduğunu ve mermi izlerini fark ettim. Çok acı vericiydi.

1963-66 arası babam köyden dışarı çıkamıyordu. Ailenin geçimini sağlamak için sulu tarlalarına enginar ve taze fasulye ekiyordu. Ürünler toplanacağı zaman, köyde genç dul Rum kadınlar vardı. Babamın insani kişiliğini vurgulamak bakımından söylüyorum bunu, bu ihtiyaçlı Rum kadınların ürünlerinin toplanmasına yardımcı olmalarını isterdi. O iki kadın, anneme tarlaya yardım etmeye gelirdi. Babam da çıkan ürünlerden bir miktarını ücretlerinin yanında bu kadınlara verirdi. Babamın cenazesi eve geldiğinde, yolun karşı tarafında o kadınları gördüm. Babamın cenazesinin Lefkoşa’ya getirilmesi emri geldi. Babamın amcası, dedem, nenem, biz annem, halam ve beş kardeş aynı arabayla Lefkoşa’ya Barış Gücü aracı eskortu eşliğinde yola çıktık. Mağusa Kapısı’na geldik. Burada bayağı hırpalandık, bekletildik, rencide olduk. Sonunda Türk kesimine Lefkoşa hastanesine alındı ve pazartesi günü askeri törenle toprağa verildi.

SORU: En küçük kardeşiniz kaç yaşındaydı?

EKER: En küçüğümüz 15 Ekim 1963 doğumludur. 3,5 yaşındaydı. Onun bir büyüğü ile aralarında 17 ay fark var. Onlar bir şey hatırlamıyorlar. Biz kardeşlerimle duygularımızı hiç konuşmadık. Ancak birkaç gündür, programa katılmak için konuştuk. Bana iki küçük kardeşim, “Babamızı bilmiyoruz” dediler. Benim bir küçüğüm de babamı çok az hatırlar. En küçük kardeşim bana, “Babamı hiç tanımıyorum ama annem ve siz ablalarımız onun yokluğunu hiç hissettirmediniz” dedi.

“Teneffüslerde hep ağlardım”

SORU: Babanız şehit edildiğinde genç bir kızdınız. Bu sizi nasıl etkiledi? Neler yaşadınız?

EKER: O dönem Kız Lisesi’nde yatılıydık ve herkes orada eşitti. Öğretmenlerimiz çok disiplinliydi. Lefkoşa’daki arkadaşlar da bize karşı çok iyiydi ancak bir fark vardı. Biraz daha tasasız gençlerdi. Bizim gibi köylerden gelen, yatılı olanların hayata bakışı daha farklıydı. Babamın şehit olduğunun hemen bir iki hafta sonrasında orta 2’nci sınıfa başladığımda teneffüslerde hep ağlardım. Yakın arkadaşlarım teselli etmeye çalışırdı. Bir arkadaşım vardı. Onun da babası kayıptı. Bana, “Hatice senin babanın bir mezarı var, gidiyorsunuz” demişti. O arkadaşımın babası halen kayıp.

SORU: Anneniz genç yaşta dul kaldı? Az bir dulluk maaşı verildiğini biliyoruz. Belki de ikinci bir evlilik yapabilirdi. O dönemde bakış açısı nasıldı?

EKER: O dönem herkes, manevi olarak kol kanat gerdi. Maddi olarak zaten kimsenin fazla bir gücü yoktu. Zaten biz de kabul etmezdik. Çok düşük bir maaş bağlandığını hatırlıyorum. O zaman derslerimin iyi olmasından dolayı parasız yatılıyı kazanmıştım. Ablam da şehit kızı olarak parasız yatılıydı. Onun da dersleri çok iyiydi. Üç erkek kardeşimle annem köyde daha çok sıkıntı çekti. Yokluk yaşadık ama bundan ziyade babanın yoksunluğunu daha çok hissettik. Liseyi bitirdik. Annemin omuzlarında büyük sorumluluk vardı. Bu sorumluluğu bir şekilde bizim de paylaşmamız gerekiyordu. Kardeşlerimi babasızlık, ekonomik gücün az olması çok fazla etkilemedi. Yine başarılı oldular. Hepimiz hayatta başarılı olduk. Tabii ki annemizin desteği ölçülemez.

SORU: Annenizle bu konuları konuştunuz mu?

EKER: Annem, babamı hiç unutmadı. Babama çok aşık bir kadındı; hâlâ da öyle. İsyan etmedi; bize çok güzel kol kanat gerdi. Evlilik söz konusu bile olmazdı. Nenem, dedem bizimleydi. Manevi anlamda, akrabalarımız hep yanımızda oldu. Biz sızlanıp ağlamadık zaten. Çok az, düşük maaşlar alınıyordu. Biz çocukların da annemizden fazla talebi olmadı. Annem çalışmadı. Köyde evindeydi. Tarlaları icara verirdi, biraz da ondan gelir olurdu.

Babam, ülkeye hizmet ettiği için yardım beklemezdi”

SORU: Zaman zaman bazı şehit aileleri, gereken manevi ve maddi desteği görmediklerinden dolayı yakınır. Şehit çocuklarına çok da adil davranılmadı…

EKER: Aslında karşılığı yoktur; olmaması gerekir. Kimseye ayrıcalık tanınmamalıydı. Dernekleşmeye, saflara ayrılmalara sömürüye karşıyım.

SORU: Şehit ailelerinin kullanıldığını düşünüyor musunuz?

EKER: Kullandırmamak lazım. Bizim derneklerle, iskanla hiç ilgimiz olmadı. Babam, ülkeye hizmet ettiği için karşılık veya yardım bekleyecek kişilikte birisi değildi. Onun evlatları olan bizlerin de onun gibi düşünüp davranması onu yattığı yerde rahat ettirir ancak.

SORU: Şu anda ülkemizdeki duruma baktığınızda ne hissedersiniz? Hak ettiğimiz yerde miyiz?

EKER: Kimse hak ettiği yerde değil. Çok hatalar yapıldı. Önceleri bilmemek ve acemilikti belki ama sonra çok suiistimaller oldu. Ben kırgınım ama yine de mutluyum. Eşim de Erenköy mücahidi idi. Onu da kaybettim.

SORU: Eşinizle nasıl tanıştınız? Eş seçimi yaparken baba eksiliğinden dolayı daha koruyucu bir eş mi tercih ettiniz?

EKER: Annem çok otoriterdi. Kız Lisesi de öyleydi. Babamı 14 yaşında kaybedince, duygusal gelişmem, büyük olgunluk içinde oldu. Özellikle küçüğümüz olan erkek kardeşlerin sorumluluğunu da taşıyorduk. Eşim onlara çok güzel bir enişte olmuştu. Eşim de Erenköy’ü hiç konuşmadı. Pek anlatmak istemezdi.

“Rum komşum olsa o bana, ben de ona dokunmadığım sürece şimdiki komşuluklar gibi bir ilişki yaşanır”

SORU: Müzakereler devam ediyor. Siz çözüm istiyor musunuz?

EKER: Tabii ki isterim. Savaş istemiyorum. Çocuklar babasız, anneler evlatsız kalmasın. Babam öldürüldükten sonra misilleme olarak köyde bir Rum öldürüldü. O günün şartları öyleydi. O ölen Rum’la bizim evimizin arkadan duvarları bitişikti. Altı çocuk da onlar kaldı. Kadın anneme zaman zaman duvardan çağırır, “Gel komşu beraber ağlayalım” derdi. Ben, o çocukları hep düşündüm. Biz kendimizi kurtarmıştık, acaba onlar nasıl büyüdüler diye merak ederdim. Kapılar açıldıktan sonra tüm köyün Rumları annemi ziyarete gitti. O kadın da gitti. Hep bizi sormuşlar.

SORU: 1963’te Türklerin yaşadığı sıkıntılar, olaylar, acılar ve 1974’te Rumların güvenlikle ilgili soru işaretleri bulunuyor. Bir anlaşma olursa kendinizi güvende hisseder misiniz? Bir Rum’un komşunuz olmasına nasıl bakarsınız? Endişeniz olur mu?

EKER: Aslında kapılar açıldıktan sonra fark edildi ki kimsenin kimseyi öldürecek durumu yok. Ancak bir paylaşım kavgası halen devam ediyor gibi görünüyor. Köyümde olsam, köyümün Rumları dönse onlarla yaşayabilirim. Ancak şimdi ilişkiler daha farklı. Komşularımızla çok mu ilişkimiz var? Anne tarafından Larnaka bağlantım var. Zaman zaman canım sıkıldığında “Larnaka’ya gideceğim” derim. Ancak sosyal hayat açısından düşündüğümüzde, oraya gittiğinizde ne yapacaksınız? Ya da onlar bu tarafa gelse sosyal çevre olarak ne yapar? Rum komşum bitişikte olsa o bana, ben de ona dokunmadığım sürece şimdiki komşuluklar gibi bir ilişki yaşanır. Yine de belli bir zamana ihtiyaç var.

“Kin tutarsanız hayatta başaramazsınız”

SORU: Babanızın şehit edilmesini çocuklarınıza nasıl anlattınız?

EKER: Eşim de Erenköy gazisi olmasına rağmen, “Babamı Rumlar öldürdü, büyüyünce onun öcünü alacaksın” tarzı konuşmalar hiç olmadı. Çocuklarım kendi yollarını çizdiler; kendi düşüncelerini geliştirdiler. Bana bugün babamı tarayan Rumlardan birini getirseler ve “bu senin babanı öldürdü, sen de öldür” deseler öldürmem öldüremem. Kin insanın içini çürütür ve kin tutarsanız hayatta başaramazsınız. Güvenlik konusunda her yerde endişeli olunabilir. Burada önemli olan her iki toplumun dersini almış olması ve bu dersin alınmış olduğunu düşünüyorum. İki taraf bazı şeyleri çok saptırıyor. İnsanları politikalarına alet ediyorlar. Oysa bizimle de konuşmaları gerekiyor.

SORU: Babanız anılarınızda en canlı hangi haliyle gözünüzün önüne gelir?

EKER: İlkokuldaydım. Evimiz köyün bir ucundaydı. Okula yürüyerek gider gelirdik ve ortada köyün kahvehanesi vardı. Bir gün okuldan çıktım. Yolda bisikletiyle eve giden babama rastladım. Babam, bisikletten indi. Onun yanında eve kadar yürüdüm. Babamın yanında yürürken duyduğum gururu, güveni, gücü bir daha hiç yaşamadım. Bu adada bir kez daha böyle şeyler yaşanmasın; ne Türk ne Rum ne Maronit hiç kimse ölmesin.

 

Güncelleme Tarihi: 25 Aralık 2016, 10:40
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner111

banner34

banner75

banner88

banner104