Nibel TEKTAN
Tayland öyle bir yer ki, güneyine inerseniz geçen hafta anlattığım gibi cennet adalarda sonuna kadar denizin ve doğanın tadını çıkarırsınız, Bangkok ve çevresinde, hem şehir karmaşasını yaşar, hem tarihi sarayları, tapınakları ve daha birçok tarihi yeri ziyaret eder, doğal güzellikler görürsünüz ve vaktiniz olur da kuzeyine doğru yola koyulursanız eğer, balta girmemiş ormanlarda dolaşır, değişik kabilelerin ve gerçek Tay insanının hayatlarına şahit olursunuz.
Ko Tao’dan ayrılırken çok hüzünlüydük ama daha bizi bekleyen maceralar vardı, emindik! Öncelikle kraliçenin doğum gününe katılacaktık! 12 Ağustos, Kraliçe Sirikit’in doğum günü ve ayrıca, kraliçe bütün Tayların annesi sayıldığı için, anneler günü olarak kutlanıyor. Bütün Tayland’ın kutladığı doğum günü, sabah seramonilerle başlıyor ve akşam mum yakma seremonisi ve havai fişek gösterileriyle devam ediyor. O gün ülkenin her yerinde kutlamalar yapılıyor ama en büyük kutlama Bangkok’da oluyor!
Işıl ışıl sokaklar ve binlerce kişi sokaklarda
Bütün şehir ışıklarla ve kraliçenin devasa fotoğraflarıyla süsleniyor ve herkes bütün geceyi sokaklarda geçiriyor. Biz de o gün arabaya doluşup, ailecek kutlamalara katıldık. İnanılmaz bir olaydı. Gece vakti her yer ışıl ışıldı ve sokaklarda binlerce insan vardı. Normalde motosikletlerle dolu olan sokaklar o gece bir o kadar daha doluydu. Görseniz, sanki dünyadaki bütün motosikletleri oraya toplamışlardı. Konvoy halinde sokaklarda dolaşıyorlardı ve sağır edici bir gürültü vardı. Bazı sokaklarda ise insanlar kraliçenin resminin önünde dua edip tütsü yakıyorlardı. Gerçekten yaşanması gereken bir tecrübe idi.
Kwai Köprüsü macerası
Kutlamaların yorgunluğunu atar atmaz en çok Japon’un babası Mehmet Abi’nin görmek istediği, Kwai Köprüsü’ne gitmek için hazırlandık. Bütün aile gidiyorduk bu kez ve geceyi Kwai Nehri’nde geçirecektik. Dört araba, konvoy halinde yola çıktık. Sadece 130 km uzaklıkta olan köprüye sanırım üç saatte ulaştık çünkü daha önce bahsettiğim gibi, sık sık molalar verip bir şeyler atıştırıyorduk. Tay insanı sık sık ama az yemeğe alışkın. Biz ise sık sık ve çok yiyorduk…
Kwai Köprüsü, 2. Dünya Savaşı sırasında Japonlar tarafından, Tayland ve Burma arasında savaş malzemesi taşımak için, savaş esirleri ve Asyalı işçiler kullanılarak yapılmış. 1942’de insani şartlar göz ardı edilerek yapılmaya başlanan köprü bitinceye dek, 10,000’e yakın insan hayatını kaybetmiş ve üstüne üstlük 1944’de müttefik kuvvetler tarafından bombalanmış ve bir işe de yaramamış. ‘Ölüm Yolu’ olarak bilinen tren yolunun üzerindeki köprü, 1957 yapımı aynı adlı film sayesinde dünyaca üne kavuştuktan sonra, turistik bir yer haline gelmiş. Tekrar inşa edilen köprü üzerinde insanların yürüyebileceği bir platform ve köprüyü trenle geçmek isteyenler için de küçük bir tren var.
Aslında görecek hiç ama hiç bir şey yok! Köprünün orijinal parçaları oradaki Savaş Müzesinde sergileniyor fakat köprüde bulunmak çok değişik bir his. Özellikle tarihini biliyorsanız ve eğer filmi seyretmişseniz duygulanmamanız mümkün değil. Filmin ıslıkla çalınan müziğini eminim duysanız hatırlarsınız! Kim bilir belki de şu anda aranızda çalan bile vardır…
Anlatılmaz yaşanır!
Anlatılmaz yaşanır diyebileceğim bir tecrübe de o gece kaldığımız yerdi. Yer mi dedim? Yer değil, tekne… evet, o gece girişinde kaptan köşkü ve yemek bölümünde karaoke sistemi olan, sadece bize ait bir teknede kaldık. İkinci katın üstü ise tamamen açıktı ve burada yan yana dizilmiş bir sürü yataktan başka hiç bir şey yoktu. İlginç bir gece olacağı daha en başından belliydi.
Gemi nehir boyunca muhteşem orman manzarasıyla ilerlerken, yemeğimizi yedikten sonra eğlence başladı. Tüm aile içkileri ellerinde, sırayla karaoke yapmaya başladı. Onlar Tayca pop şarkılar söylüyor biz dans ediyorduk. Herkes çok eğleniyordu. Yanımızdan sürekli tıka basa insan dolu başka tekneler geçiyor ve onların müzik sesleri bizimkiyle karışıyordu. Yerli insanların en büyük eğlencesi sanırım bu. En son hatırladığım, artık sabah saat üç gibi yatmak için yukarıya çıktığımda yorgunluktan ölmek üzereydim. Bulduğum ilk yatağa yığıldım ve yıldızları seyrederek açık havada, ormanın içinde bir nehirde uyumanın zevkini çıkardım.
Sabah güneş doğar doğmaz uyandığımda hala yanımızdan bangır bangır müzik sesleri gelen, içinde insanların eğlendiği tekneler geçiyordu ve ben rüya mı görüyorum, yoksa bu gerçek mi diye düşünmeden edemiyordum. Hayretler içindeydim ama evet bazı teknelerde parti hala devam ediyordu! Yavaş yavaş bizim aile uyanmış, nehirde yüzmeye bile başlamıştı bir süre sonra.
Japon’un en karizmatik dayısının tüm sırtının Budist figürlerle dolu olduğunu o gün gördük. Zaten muhteşem upuzun simsiyah saçları, top sakalı ve sempatik hareketleri ile bizi kendine hayran etmişti. Biz onu, o da bizi sevmişti. Elindeki güzelim taşlarla yapılmış yüzüklerinden birini bana, diğerini Japon’a hediye etmişti. Daha sonra onu talihsiz bir kazada kaybettiğimizi, verdiği yüzüğü takıyor olduğum bir gün öğrendim ve çok üzüldüm…
Erwan Şelalesi…
Biz nehirde yüzemedik tabi ama daha sonra Kanchanaburi’de bulunan 7 katlı Erwan Şelalesi’ne varınca artık dayanamadık. Hava çok sıcaktı ve yürüdükçe daha da sıcak oluyordu. Peri masallarını andıran bir manzara vardı karşımızda. Ağaçların köklerinden toprak görünmüyordu ve ağaçlar utanmasa suyun içinden bile çıkacaktı. Her adımda daha güzel bir manzara karşılıyordu bizi. Her katı görmek için sürekli tırmanmaktan bitap düşmüş ve çok terlemiştik. Yanımda bikini yoktu ama oradaki satıcıdan kendime bir şort alıp üzerimdekilerle kendimi suya attım. Muhteşem bir histi fakat şimdi düşünüyorum da o suyun içinde kim bilir ne çeşit yaratıklar vardı!
Bu güne kadar Erwan Şelalesi’nin fotoğrafları birçok Takvim yaprağını süslemiştir. Kesinlikle bir doğa harikası ama dikkatli olun, ormandaki maymunlar kaşla göz arasında yiyeceklerinizi çalabilirler. Mehmet Abi’nin elinden ekmekleri çalışları hala gözümün önünde. Yan kesici maymunlar!
Ve kuzeye yolculuk…
Muhteşem iki günden sonra, biraz dinlenip bu defa trenle kuzeye doğru yola çıktık. Tay ailemiz çok uzaklara gideceğimiz için bu defa bize katılmamıştı. Japon, kardeşi Kutay, annesi Vanna ve babası Mehmet abi trenle Chiang Mai’ye vardık. Ayarladığımız hostel merkezde kurulan pazarın yakınındaydı. İlk işimiz orayı gezmek oldu. Bir ara bir birimizi kaybettik ama günün sonunda buluştuğumuzda bir birimize anlatacak çok ilginç hikayelerimiz vardı! Özellikle Japon ve Mehmet Abi yiyecek olarak satılan hamam böceği ve çekirge tarzı böcekleri anlata anlata bitiremedi. Tüm tatili genelde ton balığı yiyerek atlatan Mehmet Abi için bu kadarı çoktu!
Burada günlerinizi isterseniz çeşitli doğa aktiviteleri ile isterseniz tarihi tapınakları gezerek, hatta rahiplerle sohbet ederek geçirebilirsiniz. Yemek kurslarına katılıp, zengin Tay yemeklerini pişirmeyi öğrenebilirsiniz. Görecek o kadar çok şey var ki, anlatmaya kalksam bir kaç haftalık daha yazı olur. O yüzden beni en fazla etkileyen gezimizle yazıma son vermek istiyorum.
Zürafa boyunlu kadınlar!
Zürafa boyunlu kadınlar…Beni en çok etkileyen bu insanlar olmuştu. Kayan kabilesine ait bu insanlar savaş yüzünden Burma’dan göç etmek zorunda kalınca, Tayland hükümeti ülkede kalmalarını kabul etmiş. Onlar bir gelir kaynağı olarak görmüş ama asla varlıklarını kabul etmemiş. Her vatandaşın hakkı olan elektrik, su ve eğitim gibi hizmetlerden yararlanamayan Kayanlar, bu köylerden asla dışarıya çıkamıyor. Köylerin girişinde ücret alınıyor ve kabile üyeleri boyunlarındaki halkaları küçük yaşlardan itibaren boyunlarına takmaya zorlanıyor. Köyü ziyarete giden turistlere geleneksel yöntemlerle eğirdikleri iplerden yapılmış el işi ürünler satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar.
Kimine göre bu gelenek vahşi hayvanların saldırısından korunmak için başlamış. Bir efsaneye göre ise atalarının ejderha olduğuna inandıkları için, bu halkalar ejderhaya benzeme çabasıymış. Bir kadın ne kadar uzun boyunlu ise, o kadar güzel sayılırmış.
Sebep her ne olursa olsun, ben kendimi orada çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Özellikle kapıda giriş ücreti ödedikten sonra, o kadınların yüzlerine bakmayı bırakın, fotoğraflarını çekmeye bile çekindim. Hayvanat bahçelerinden bile hoşlanmayan ben, orada o insanlara karşı kendimi çok mahcup hissettim. Tek tesellim çektiğim bir kaç fotoğraf karşılığında, onlara katkıda bulunmak için her tezgahtan bir şey almaya çalışmış olmam.
İşte sırf bu yüzden turist yerine gezgin olmayı tercih ediyorum. Turizm yüzünden birçok hayvan ve doğa istismar edilmekte. Tayland bir cennet, evet ama, Kayan Kabilesinin durumu ve bir de fil turları için hayvanlara yapılan eziyetler kabul edilebilir değil. Bu yüzden her hangi bir ülkeyi ziyaret ederken katıldığınız aktivitelerin başka canlılara verdiği zararları göz ardı etmeyin. Fil turlarına katılmak, yunuslarla yüzmek, egzotik kabileleri ziyaret etmek gibi aktiviteleri yapmak istiyorsanız öncelikle o hayvanların veya insanların bulunduğu şartları kontrol ediniz. Hiçbir canlı doğal ortamından kopartılarak ve hapsedilerek gelir kaynağı olarak kullanılmayı hak etmiyor. Tayland benim ilk gezimdi ve bu konuda bilinçsizdim ama dersimi iyi öğrendim. Artık elimden geldiğince turist tuzaklarından uzak durmaya çalışıyorum.
Savaşların anlamsızlığını yitirdiği anlar
Tayland gezimizin son durağından geriye otobüsle dönmek zorunda kaldık. Tüm gece sürecek yolculuğu, bir de iki katlı otobüsün alt katında geçireceğimizi öğrendiğimde yıkılmıştım. Otobüsün alt katı çok acayipti. İçerde yuvarlak bir masa vardı. Mehmet abi, Vanna ve Kutay normal koltuklara oturmuştu. Ben ve Japon ise masanın etrafındaki koltuklara oturduk. Masada, bizim dışımızda, fıkradaki gibi, bir Tay, bir Hint, bir İsrailli, iki İngiliz ve bir Amerikalı vardı. Gece boyunca kaşık çevirdik, bir birimize sorular sorduk. Çok eğlendik. Gecenin sonundaki sürpriz ise, Amerikalı kızla, İsrailli çocuğun daha yeni tanışmalarına rağmen, gezilerine birlikte devam etmeye karar vermeleriydi. Ve bu kararda masadaki diğer insanların da katkısı vardı. Böyle ortamlarda, dünyadaki savaşlar bir o kadar daha anlamsızlaşıyor!
Bangkok’a vardığımızda çok yorgun ama çok mutluyduk. Uçakla bir saat bile sürmeyecek bir yolculuktu ama, o uzun gece yolculuğunda ilk defa gördüğüm ve bir daha görmeyeceğim insanlarla oyunlar oynayıp, eğlenmek her şeye değerdi.
Tayland, birinci bölümde belirttiğim gibi ilk göz ağrımdı ve sonrasında 20 küsur ülkeye gitmiş olmama rağmen, her zaman kalbimde farklı bir yeri oldu. Bir gün geri döneceğime verdiğim sözü pek yakında tutabilmem dileğiyle, sözlerime ilk fırsatta Tayland’a gitmenizi şiddetle tavsiye ederek son veriyorum…
“Gezmek insanı alçak gönüllü yapar. Dünyada aslında ne kadar da küçük bir yer kapladığımızı görmüş oluruz.” Gustave Flaubert